asigiresunlum:///////
  Kuran Mucizeleri 3
 

CANLILARIN KOPYALANMASI

"Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa Suresi, 119)

Yukarıdaki ayette "kesmek, koparmak" anlamına gelen "betteke" fiilinden türemiş "yubettikunne" ifadesi geçmektedir. Ayette geçen "yugayyirunne" ifadesi ise "başkalaştırmak, değiştirmek, bir şeyi ilk şeklinden bozup değiştirmek" anlamlarına gelen "gayyere" fiilinden türemiştir. Her iki fiilin sonunda, pekiştirme yapan "nun" harfi yer almaktadır; böylece ayette geçen fillere kesinlik anlamı katılmıştır. Nisa Suresi'nin 119. ayetindeki bu ifadeler düşünüldüğünde, bir yönden canlıların kopyalanması ya da klonlanması olarak bilinen bilimsel çalışmalara işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Çünkü klonlama deneyleri, genellikle kopyalanacak hayvanın kulağından alınan hücrelerle gerçekleştirilmektedir. Diğer bir deyişle tam ayette dikkat çekildiği gibi, "hayvanların kulağından kesilen" doku örneğinden hücre alınmasıyla kopya canlı üretilmektedir.

Almanya Federal Tarım Araştırma Merkezi'nin Hayvan Yetiştirme Enstitüsü'nün bir raporunda şu bilgiler yer almaktadır:

Doku toplanması kısa ve basittir. Bir hayvan yerleştirilip gemlendiğinde, kesik kulak parçası gibi bir doku örneği saniyeler içerisinde toplanmış olur. Ayrıca, somatik hücreler tüm türlerden toplanabilir… Kulağa vurulan damgalar için de kullanılan çentikleyiciler kullanılarak, kulaktan örnek doku almak suretiyle, sığır, domuz, koyun, keçi, deve ve lamalar için tek ve aynı prosedür uygulanabilir. Açıkçası, bütün türler için lenfositler kullanılabilir; fakat kulak kesiğinden alınan somatik hücreler, elde edilmesi daha kolaydır ve onun için daha çok tercih edilirler.1

Kulak dokusundan örnek alınarak kopyalanan canlılarla ilgili haberlerden bir kısmı şöyledir:

- Reuters’in 1 Mayıs 2002 tarihli raporuna göre, Brezilya’da Sao Paulo Üniversitesi’nde görevli Jose Visintin adındaki araştırmacı veteriner, bu ülkede ilk kez yetişkin bir dananın kulağından aldıkları hücreleri kullanarak klonlanmış embriyolar üretti.2

- BBC’nin haberine göre Güney Kore’li bilim adamları üç yaşındaki bir Afgan tazısının kulağından alınan hücre ile Snuppy adında bir köpek klonladılar. Seul Ulusal Üniversitesi’nde görevli araştırmacılar kulaktan alınan hücrelerdeki genetik malzemeyi çıkartarak, bunu boş bir yumurta hücresine yerleştirdiler. Daha sonra bu hücre bölünmesi için uyarılarak bir embriyo üretildi.3

- BBC'nin bir başka haberinde ise, Fransa’da, Ulusal Tarımbilimi Araştırma Merkezi'nde, Dr. Jean-Paul Renard ve meslektaşları tarafından yürütülen araştırmalarda, yetişkin bir danadan alınan kulak hücreleri kullanılarak yeni bir klon üretildi.4

- İnsan Genomu Projesinin resmi sitesinde verilen bilgilere göre, Şubat 2002'de Advanced Cell Technology (ACT) adlı biyoteknoloji şirketinden bilim adamları, verici bir dananın kulağından aldıkları deri hücrelerini kullanarak bir dana embriyosu klonlama denemeleri yaptılar.5

- Associated Press’in, 24 Ocak 2000 tarihli haberinde, Japon bilim adamlarının ilk kez bir büyük baş hayvanı, ikinci nesil boğayı klonladıkları bildirildi. İkinci nesil klonlama sırasında, ilk nesil klonlanmış boğa henüz dört aylıkken kulak derisine ait dokulardan örnekler alındı. Bu hücreler, çekirdeği çıkartılmış döllenmemiş bir yumurta ile birleştirildi.6

Genetik, embriyoloji gibi bilim dallarının olmadığı bir dönemde, Kuran'da canlıların yaratılışındaki düzenin değiştirilmesine "kulak kesme" ifadesi ile birlikte dikkat çekilmesi; Kuran'ın zamandan münezzeh olan Rabbimiz'in Katından olduğunu gösterir. Ayrıca ayetin sonunda söz konusu kimselerin Allah'ın yarattıklarını değiştirdiklerinde hüsrana uğrayacakları da bildirilmektedir. Dolayısıyla ayette bu yönüyle klonlama çalışmalarının, insanlar için çeşitli sorunlar doğuracağına da işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Nitekim Utah Üniversitesi'nin Genetik Bilimi Öğrenme Merkezi'nin açıklamalarında şu bilgiler yer almaktadır:

Klonlama başarılarını duyduğumuzda, sadece sonuç veren birkaç denemeyi öğreniriz. Fakat başarısız olan çok, çok sayıdaki klonlama deneylerinden haberimiz olmaz! Başarılı olan klonlarda dahi, problemler sonradan -hayvanın yetişkinliğe gelişimi esnasında- artar.7

İnsan Genomu Projesinin resmi internet sayfasında verilen bilgiler ise şöyledir:

Yetişkin DNA’sı kullanılarak klonlanan ilk memeli Dolly, 14 Şubat 2003'te öldü. Dolly ölümüne sebep olan akciğer kanserine yakalanmıştı ve eklem enflamasyonu nedeniyle sakat kalmıştı... Klonlama denemelerinin %90 kadarı, yaşayabilecek döl üretiminde başarısızlığa uğramaktadır... Bu düşük başarı oranının yanı sıra, klonlanan hayvanların bozuk bağışıklık fonskiyonları, yüksek enfeksiyona yakalanma oranı, tümör gelişimi ve diğer rahatsızlıklar daha sık görülür. Japonya’da yapılan çalışmalar, klonlanan farelerin sağlıkları kötü yaşadıkları ve erken öldüklerini göstermiştir... Klonlanmış canlının gençken sağlıklı gözükmesi de, uzun süre hayatta kalacağı anlamına gelmemektedir. Klonların esrarengiz bir şekilde öldükleri bilinmektedir. Örneğin Avustralya'nın ilk klonlanan koyunu öldüğü gün sağlıklı ve enerjik gözükmüştür ve otopsi sonuçlarından ölüm sebebi tespit edilememiştir.8

Klonlama deneyleri ile ortaya çıkan riskler genel hatlarıyla şöyledir:

1) Yüksek başarısızlık oranı: Başarı oranı sadece %0.1-3 kadardır. Bu her 1000 denemede 970-999 başarısızlık demektir.9

2) Gelişim sırasındaki problemler: Klonlanıp hayatta kalan hayvanların, çoğu zaman kopyalarına göre organları anormal derecede büyüktür. Bu da solunum ve kan dolaşımı sorunlarına, sağlıksız böbrek ve beyin yapılarına, bozuk savunma sistemlerine yol açabilmektedir.

3) Anormal gen okuma düzeni: Klonlar, orijinalleri ile aynı DNA'ya sahip olmalarına rağmen, klondaki hücre çekirdeği doğal bir embriyodaki gibi aynı programa sahip değildir. Diğer bir deyişle klonun DNA'sı normal bir gelişim için gerekli olan doğru genlerin doğru zamanda okunmasını yapamaz. Örneğin sinir, kemik, kan, deri gibi her hücre çeşidi için farklı bir program vardır; fakat klon embriyonun genetik programları, doğal bir embriyodaki gibi sağlıklı çalışmaz.

4) Telomer farklılıkları: Hücreler bölünürken kromozomları kısalır. Bunun nedeni "telomer" adı verilen, kromozomun her iki ucundaki DNA dizilimleri, her DNA kopyalaması sırasında kısalır. Hayvan yaşlandıkça, yaşlılığın bir gereği olarak telomer de kısalır. Dolayısıyla kopyalanan canlı daha doğduğunda yaşlanmış gibi kromozomları kısadır.
 

Kopyalama deneylerinde, canlı hücrenin genetik maddesi kullanılır fakat döllenme yapay yöntemlerle gerçekleştirilir. Bu yöntemlerle Allah'ın yarattığı üreme mekanizması bozulmakta ve teşhis edilemeyen hastalıklar, anormal gelişim bozuklukları ve erken ölümlerle karşılaşılmaktadır. 1400 sene öncesinden bilim adamlarının kopyalama yapacaklarına dikkat çekilmesi ve bununla insanları bekleyen sıkıntıların vurgulanması, Kuran'ın İlahi bir kitap olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.


 

                   DÜNYA'NIN YERÇEKİMİ  KUVVETİ

















Biz yeryüzünü bir toplanma yeri kılmadık mı? (Mürselat Suresi, 25)

Yukarıdaki ayette "toplanma yeri" olarak çevrilen "kifaten" kelimesi, "canlıların, meskenlerinde toplanıp himaye edilmeleri, barınmaları; canlı ve cansızların toplandıkları yerler; üzerinde şeyler yığılan; toplanan yer" anlamlarını taşımaktadır. Yeryüzünün bir "toplanma yeri" olduğunu bildirmek için kullanılan bu kelime -kifaten- Arapça'da "kefete" kökünden türetilmiştir ve "toplamak, kendine çekmek, kucaklamak" anlamlarına gelmektedir.

Bilindiği gibi yeryüzü, yerçekimi kuvveti etkisiyle insanları ve üzerinde barındırdığı tüm canlı ve cansız varlıkları merkezine doğru çekmektedir. Ayette geçen "kendine çekmek" fiili ile yeryüzünün bu çekim kuvvetine bir yönüyle işaret ediyor olması muhtemeldir. (En doğrusunu Allah bilir.)

Dünya üzerinde hayvanları, bitkileri, insanları ve diğer tüm varlıkları kendine doğru çeken yerçekimi sayesinde, insanların yere basmaları, cisimlerin uçmadan kondukları zeminde durmaları, atmosferin dağılmadan Dünya'yı çevrelemesi, yağmurun yeryüzüne düşmesi mümkün olur.

Tarihteki en büyük bilim adamlarından kabul edilen Isaac Newton yerin bu özelliğini araştırmış ve 1687 yılında ilk kez Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri)adlı eserinde yerçekiminden söz ederek, tüm zamanların en büyük bilimsel keşiflerinden birini yapmıştır. Hatta, Newton'un yerçekimi kuvvetinden bahsederken kullandığı Latince "attraere" kelimesi de, "çekme, biraraya getirme" anlamını taşımaktadır.
Ancak 17. yüzyılda tanımlanan Dünya'nın dört büyük kuvvetinden birisine, Kuran'da dikkat çekilmesi, Kuran'ın Allah'ın Katından indirildiğinin delillerinden sadece biridir.


 

EVRENİN VAROLUŞU

20. yüzyılın ortalarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik (durağan) evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi.

Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir Yaratıcının varlığını da reddediyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır.

21. yüzyılın başlarında olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla var olduğu modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca, evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği de saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir.

Kuran-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır:

O gökleri ve yeri yoktan var edendir... (Enam Suresi, 101)

Kuran'da verilen bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Başta da belirttiğimiz gibi astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. "Büyük Patlama", orijinal adıyla "Big Bang" teorisi, tüm evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır.

Big Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında, madde, enerji ve zaman bir anda yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu büyük gerçek, Kuran'da bize 1400 yıl önceden haber verilmektedir.




NASA'nın 1992'de gönderdiği Cobe uydusunun hassas tarayıcıları Big Bang'den sonra tüm evrene yayıldığı varsayılan radyasyonun kalıntılarını buldu. Bu buluş evrenin yoktan var edildiği gerçeğinin bilimsel bir açıklaması olan Big Bang teorisinin ispatı oldu.



 

EVRENİN GENİŞLEMESİ


Edwin Hubble, dev teleskobuyla.

Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen Kuran-ı Kerim'de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir:

Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)

Yukarıdaki ayette geçen "sema (gök)" kelimesi Kuran'ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Nitekim burada da bu anlamda kullanılmıştır ve evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir. Türkçeye "Şüphesiz Biz genişleticiyiz (genişleteniz/genişletmekte olanız)" olarak çevrilen Arapça "inna le musiune" ifadesindeki "musi'une" kelimesi, "genişletmek" anlamına gelen "evsea" fiilinden türemiştir. "Le" ön-eki de takip ettiği isim ya da sıfata vurgu ekleyerek "çok fazla" anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade "Biz göğü veya evreni çok fazla genişletiyoruz" anlamı taşımaktadır. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da Kuran'da bize bildirilenle aynıdır.1


Georges Lemaitre

20. yüzyılın başlarına dek bilim dünyasında hakim olan tek görüş, "evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak "genişlediğini" ortaya koydu.

Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, 20. yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar.

 

Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Bu buluş astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biri sayılmaktadır. Hubble bu incelemeler sırasında yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Kısacası yıldızlar sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli "genişleyen" bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı.





Evren ilk patlamadan bu yana her an büyük bir süratle genişlemektedir. Bilim adamları genişleyen evreni şişen bir balonun yüzeyine benzetmektedirler.



Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Aslında bu gerçek 20. yüzyılın en büyük bilim adamlarından biri sayılan Albert Einstein tarafından da teorik olarak keşfedilmişti. Fakat Einstein, o devrin genel kabul gören "durağan evren modeli" ile ters düşmemek için, bu buluşunu bir kenara bırakmıştı. Einstein bu davranışını daha sonra, "hayatının en büyük hatası" olarak adlandıracaktı.

Bu bilimsel gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken, Kuran'da asırlar önce açıklanmıştır. Çünkü Kuran, tüm evrenin yaratıcısı ve hakimi olan Allah'ın sözüdür.


DÜNYANIN DÖNÜŞ YÖNÜ

Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Herşeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın sanatı (yapısı)dır (bu). Şüphesiz O, işlediklerinizden haberdardır. (Neml Suresi, 88)

Neml Suresi'ndeki ayette Dünya'nın sadece döndüğü değil, dönüş yönü de vurgulanmaktadır. 3.500-4.000 metre yükseklikteki ana bulut kümelerinin hareket yönü daima batıdan doğuya doğrudur. Hava durumu tahminleri için çoğunlukla batıdaki duruma bakılmasının sebebi de budur. 18

Bulut kümelerinin batıdan doğuya doğru sürüklenmesinin asıl sebebi Dünya’nın dönüş yönüdür. Günümüzde bilindiği gibi, Dünyamız da batıdan doğuya doğru dönmektedir. Bilimin yakın tarihlerde tespit ettiği bu bilimsel gerçek, Kuran’da yüzyıllar öncesinden -Dünya'nın bir düzlem olduğu, bir öküzün başının üstünde sabit durduğu sanılan 14. yüzyılda- haber verilmiştir.




 

YERYÜZÜNÜN KATMANLARI

Kuran'da yeryüzü ile ilgili verilen bilgilerden biri, yeryüzünün, yedi kat olan gökyüzüne benzerliğidir:

Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)

Yukarıdaki ayette dikkat çekilen bu bilgiye bilimsel kaynaklarda da yer verilmekte ve yeryüzünün yedi katmandan oluştuğu açıklanmaktadır. Bilim adamlarının sıraladığı bu katmanlar şöyledir:

  
 

1. Kat: Litosfer (su)
2. Kat: Litosfer (kara)
3. Kat: Astenosfer
4. Kat: Üst manto
5. Kat: Alt manto
6. Kat: Dış çekirdek
7. Kat: İç çekirdek

Litosfer, Yunanca kaya anlamına gelen lithos kelimesinden gelmektedir ve Dünya'nın en üst katmanını oluşturan katı kaya tabakadır. Diğer katmanlarla kıyaslandığında oldukça incedir. Litosfer, okyanusların altında ve volkanik açıdan aktif olan bölgelerde daha da incedir. Yeryüzünde bu katmanın ortalama kalınlığı 80 km'dir. Diğer katmanlara göre daha soğuk ve daha katıdır; bu bakımdan yeryüzünde kabuk görevi görür.

Litosferin altında Yunanca zayıf kelimesi Asthenes'ten gelen Astenosfer katmanı bulunur. Bu katman Litosferle kıyaslandığında daha incedir ve hareketli bir tabakadır. Bu katman jeolojik zamanla yüksek ısı ve basınca maruz kaldığında yumuşayıp eriyebilen, sıcak, yarı-katı maddelerden oluşmuştur. Katı Litosfer tabakasının, yavaşça hareket eden Astenosfer tabakası üzerinde yüzdüğü ya da hareket ettiği düşünülmektedir.23 Bu katmanların altında yüksek sıcaklıkta, yarı-katı kayalardan oluşan yaklaşık 2.900 km kalınlığında manto denilen bir tabaka vardır. Kabuktan daha fazla demir, magnezyum ve kalsiyum içeren manto daha sıcak ve yoğundur; çünkü Dünya'nın içindeki ısı ve basınç derinlikle birlikte artar.

Dünya'nın merkezinde de neredeyse mantonun iki katı yoğunlukta olan çekirdek yer alır. Bu yoğunluğun sebebi içeriğinde kayalardan çok metaller (demir-nikel alaşımı) bulunmasıdır. Dünya'nın çekirdeği ise iki ayrı parçadan oluşur: Biri 2.200 km kalınlığında olan sıvı dış çekirdek, diğeri de 1.250 km kalınlığındaki katı bir iç çekirdek. Dünya döndükçe sıvı dış çekirdek Dünya'nın manyetik alanını oluşturur.

Ancak 20. yüzyıldaki teknoloji ile tespit edilebilen yeryüzü katmanlarının gökyüzü ile olan bu benzerliğinin Kuran'da bildirilmiş olması, kuşkusuz Kuran'ın pek çok bilimsel mucizesinden biridir.


 

 
  38656 ziyaretçi (84194 klik) sitemizi ziyaret etmiştir  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol